20 Haziran 2012 Çarşamba

Saat Sabaha Karşı 4...





Usulca soyunmaya başladı... Usulca ve "sinsice"...

. . . .

Gözlerini bir an olsun benden ayırmıyor, her saniye beni izliyordu...

Ve o esnada, tam da gecenin o saatinde, gözlerini kırpmadan çevreyi izleyen "insanlar" vardı...

. . . .

Üzerindekileri teker teker, usul usul çıkarırken, birileri usulca, görüntü vermeden, sinsi sinsi yaklaşıyordu...

. . . .
Bir hamlede saçlarından kavradım ve o anda bir hamle ile birbirine girdi "insanlar"...

31 Mayıs 2012 Perşembe

Kadın - 1



Benimle hiç görüşmemişti Kadın.

Beni hiç "gör"memişti.

Adımı dahi bilmiyordu..

Benimle olan dialogu haftalar-aylar sürmüş olsa da,

Benimle konuştukları sayfalar dolusu olsa da,

Bana anlattıkları kendine dahi itiraf edemeyeceği kadar "ağır" olsa da,

Tüm ruhunu, bedenini, çocukluğunu, gençliğini, geçmişini, bugününü anlatmış olsa da,

Bir problem olsa,

An gelse,

Bir nedenden ötürü "Kim" olduğumu, ne olduğumu, nasıl biri olduğumu tanımlamak zorunda kalsa, "somut" ifadeleri yarım paragrafı geçemeyecekti...


6 Mayıs 2012 Pazar

Sahtekarlık Maharet İster



"Kötüler atik, iyiler pısırıktır.Etrafınıza bakın,en heyecan verici, en eğlenceli insanlar hep sahtekarlardır. Çünkü sahtekar sempatik olmak zorundadır. İyinin böyle bir mecburiyeti yoktur. İyi sıkıcıdır. Kadınlar “iyiler” e değil, güvenilmez erkeklere aşık olur. Bu yüzden zaten aşk denen altüst oluşla ancak bir üçkağıtçı başa çıkabilir.

Aşkın tadını çıkaramaz iyiler. Onlar sarılıp sessiz bir uzanmayı aşk zanneder. Tekdüzedirler. Yavaştırlar. Kadınlar da dertlerini onlarla paylaşır ama gidip bir güvenilmezle sevişirler. Tutku kötülerin işidir. Sessiz ve efendi bir insan cümlesiyle tanımlanan bir iyilik kolaydır. Sahtekârlık daha zordur, maharet ister...
"

Buraya kadar Yılmaz ERDOĞAN'a ait..

Bundan sonrası ise bana;

26 Nisan 2012 Perşembe

SenSiz...



Merhaba ile başlayan dialog, saatler boyu sürebilir.

Yeni tanışıklığın verdiği mesafe ile dudaklardan ya da parmaklardan dökülen "siz", iletişim ilerledikçe samimileşebilir/yoğunlaşabilir.

Kendine yakın görülen her tepkide, her  alışkanlıkta ya da "onay"da yakınlık bir kademe daha artabilir.

İtaate bakış, mazoşizmin/sadizmin mantığı, varlığının sebebi ya da gayesi tartışıldıkça ortak noktalar katlanarak çoğalabilir.

Hükmeden "mütevazileştikçe", itaat eden "açılabilir".

İlerleyen dialog, aradaki resmiyeti tamamiyle ortadan kaldırıp samimi, "sen"li bir hale sokabilir.

. . . .


Fakat öyle bir "an" gelir ki..

24 Nisan 2012 Salı

Masumiyet Müzesi (+18)



Masumiyet diyorduk ya hani..

"Ne kadar masum, o kadar acımasız" demiştik..

Biraz "görsel" anlatmak istedim bu sefer. Belki fazlaca "pornografik" ya da "argo/kaba" bulanlar olabilir. Bu nedenledir ki, konu başlığına +18 ifadesini koyma gereği hissettim.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Ne biçim mandal bunlar!...



Ev işlerinden pek anlamazdı...

Çorbası tatsız olur, keki yakar, makarnayı dahi hamur gibi yapardı...

Ütüleri hep iki kat olur, çamaşırları doğru dürüst yıkamayı beceremezdi.

Sanırım fazlaca el üstünde, ya da fazlaca güvensiz büyütüldüğünden, hiçbir ev işine karıştırılmamıştı.

Birşeyler yapmak için uğraşmasını izlemeyi seviyordum. O telaşını, yüzündeki endişeyi, beceremediği anlarda kendine kızışını ya da yürümeyi yeni öğrenen çocuk gibi "paytak" hareketlerle birşeyleri yapmaya çalışmasını...
Hakkını vermeliyim, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Gün geçtikçe düzeliyor, tecrübe kazanıyor, pişen çorbaya sonradan su eklenmeyeceğini, makarnanın soğuk suya değil kaynayan suya atılacağını öğreniyordu. :)

Tüm bu "hataları" büyük bir "başarı" ile sıralarken, tahammül katsayımı artıran tek etken de bu azmiydi zaten.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ne Kadar Masum, O kadar Acımasız!...



Çok güzel olmamalı...

Çok çekici olmamalı...

Çok bakımlı, çok alımlı, çok ihtişamlı da olmamalı...

Ne bir "seksapelite"si, ne de "şeytan tüyü"...

Sadece MASUM olmalı.

Masum...

5 Nisan 2012 Perşembe

Oyunun Kuralları




"BDSM, bir yaşam tarzıdır."

"BDSM, iç dünyamızın dışar vurmuş hali, aslında olmak istediğimiz gerçek -Ben-dir."

"BDSM, bastırmaya çalıştığımız en ilkel ve en temel ilişki şeklidir".

Falan, filan, ıvır, zıvır....

BDSM ne olursa olsun, hissettiğiniz duygunun yoğunluğu ya da geçmişi ne kadar derin olursa olsun, bunun bir "oyun" olduğunu aklınızdan asla çıkarmamalısınız.
 
Mızıkçılık yok.

Bir oyuna başlıyorsanız ya sonuna kadar oynayacak, ya da en baştan cayacaksınız...

Bir oyuna başlıyorsanız, oyun başlamadan "rolünüzü" bileceksiniz...

Bir oyuna başlıyorsanız,  rolünüzün hakkını vereceksiniz...

Ve eğer bir oyuna başlıyorsanız, başladığınızın oyun olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız.


Bir oyuna başlıyorsanız, oyun başlamadan "rolünüzü" bileceksiniz...

Bu cümlemin ardından, "Ne yani, evcilik mi oynuyoruz?" şeklinde yorumlarda bulunabilirsiniz. Fakat kastettiğim tam olarak bu değil.

Oyun derken, yaşam denen "şey"den tamamiyle bağımsız bir "kurgu" gelmemeli akıllara. Zira, BDSM temelli yaşadıklarınızı bir "oyun" olarak tanımlarken, aslında -oyun içinde oyun-dan bahsediyorum.

Hayat denilen "oyun"un içinde oynadığınız başka bir sahneden...

İşinize gittiğinizde oynadığınız doktorculuk, öğretmencilik, öğrencilik, vs. rollerden,

Aile ziyaretlerinizde takındığınız "evlat" rolünden,

Sevgilinizin yanında takındığınız "eş" karakterinden,

En sevdiğiniz arkadaşınızın yanında takındığınız "kanka" modundan,

Çocuklarınızla geçirdiğiniz her an kendinize biçtiğiniz "Baba - Anne" idolünden,

Efendi'nizin yanında takındığınız "köle" rolünden...

.....

Ailenizin yanında "kanka" nızın yanındaki gibi davranamazsınız, ya da patronunuz ile, çocuğunuz ile konuştuğunuz gibi konuşamazsınız.

Fakat,  "Özgür değilim. Babamla, sevgilimle konuştuğum gibi konuşamıyor, patronumun ensesine kankamınki gibi şaplak atamıyorum." diye de yakınmazsınız.

Her bir "an" için takındığınız rol diğerinden farklı olmasına rağmen, hiçbiri "sahte" değil.

Hepsi gerçekten sizi yansıtıyor. Hepsi gerçekten sizin tepkileriniz ve hepsinin sınırlarını siz çizdiniz.

Ancak hepsi, yerinde ve zamanında sizi yansıtıyor.


BDSM için de durum hiç farklı değil.

Yaşadıklarınızı yaşadığınız "an" da bırakmayı bilmelisiniz.

Dominant iseniz, "an" da domine etmeyi, itaatkar bir "köpek" iseniz, "an" da köpekliğinizin hakkını vermeyi, "tadını" çıkarmayı bileceksiniz.

Dominant tavırlarınızı sosyal yaşamınıza -oyunun diğer sahnelerine-  "sızdırmaya" kalkarsanız, ya da "an" dışında kendinize bir köpek gibi davranılmasını beklerseniz, işte bu tutarsızlık olur.

Rolünüz ne olursa olsun, en doğal halinizle, en içten tavırlarınızla, fakat en "olması gereken yerde, en olması gerektiği şekilde" oynayacaksınız.


Bir oyuna başlıyorsanız,  rolünüzün hakkını vereceksiniz...

BDSM temelli ilişkilerin dayandığı "sorun"ların odaklandığı en ciddi konulardan biri de bu "rol" karmaşası.


"Rol" kelimesi ile anlaşılacak olan sahte davranış tipleri ya da reaksiyonlar değil, aksine kişinin karakterine en uygun hareket tarzı.

Hiçbir ilişkide başlangıcından sonuna kadar olan süreci yaşamadan kestirmek ve şekillendirmek mümkün olamasa da, sürecin en başında kişinin kendine bir "rol" biçmesi ve ilişki müddetince rolünün gereği olan tutarlı tepkileri vermesi, en makul davranış biçimi.

Kavramların, sınırların belirlenmediği, tamamiyle "doğaçlama" gelişen ilişkiler, ilişkinin taraflarına bir sorumluluk ya da "karakter" yüklemediği için zamanla ciddi sorunlara yol açmakta.

Kişiler ilişki içindeki rollerini ya da sorumluluklarını unuttukları anda, sosyal yaşamlarının kendilerine yüklediği tüm pozitif ve negatif girdileri "ilişkilerine" yansıtmakta ve bunun doğal sonucu olarak, karşılıklı anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar, hatta "güvensizlikler" yaşanmakta.

--Hatta--
İtaatkar karakterin, içinde bulunduğu ilişkideki "rol" ve "sorumluluk"larının farkına varmadan takınacağı tavırlar, hem kendisine hem de bir "ilişki" içinde olduğu Dominant karaktere büyük zararlar verebilir.

Evet bir "itaatkar", bir "dominant"a zarar verebilir. Üstelik verebileceği zarar, Dom-Sub ilişkisinin çok dışında, tamamliyle sosyal hayata yönelik, daha ciddi etkiler de doğurabilir.

"An" dan koparak tepkiler vermesi, ya da "an" içinde yaşadıklarını, sosyal yaşantısındaki başka bir "rolü" ile bağdaştırarak tepkiler vermesi, ciddi problemleri beraberinde getirebilir.

Yaşadığı kontrolsüzlük neticesinde, sosyal hayatta ilişkisini deşifre edecek adımlar atabilir,

Dominant karakterin "yaşam alanı"na tacize yeltenecek derecede kendini "özgür" hissedebilir ve bunun sonucu olarak, karşısındakini zor durumda bırakabilir.

gibi...


Bu nedenle, takındığı rolün sınırlarını en başından çizen,

"Ben neyim?"

"Ne değilim?"

"Ne olmalıyım?"

"Ne olmamalıyım?"

"Ne istiyorum?"

"Ne istemiyorum?"

"Bu ilişkiye neler verebilirim?"

"Nelerden asla feragat edemem?"

sorularını kendine daha ilk anda soran kişiler -sosyal ya da D/s temelli- ilişkilerinde  başarılı olabilir.


Ve eğer bir oyuna başlıyorsanız, başladığınızın oyun olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız.

"Oyun"un "Gerçek" ile karışması...

En profesyonel oyuncu, rolünü sahnede bırakandır.

Gündelik yaşamında bir "hamlet" olmayan, markette sıra beklerken kendini "muhteşem sülüman(!)" zannetmeyen, İstiklal'de yürürken kendini "Arka Sokaklar"da sanıp kimlik kontrolü yapmaya kalkmayandır.

"Magandalık" ile dominasyonu birbirinden ayıran temel belirleyicinin de bu olduğunu söyleyebilirim.

İtaat etme eğilimi gösteren ya da kendini "submissive" olarak tanımlayan her bireye karşı üstünlük kurma "hakkını" kendinde gören, karşısındaki "edilgen" eğilimlere sahip diye, bunu bir zaaf olarak görerek istediği şekilde manipule eden, kendisi ile hiçbir ilişkisi, hatta tanışıklığı olmayan kişilere dahi, kendini "Master" diye nitelendirmesi neticesinde hakaret etmeyi, küçük düşürmeyi, rencide etmeyi hak sayan kişiler "rolünü" sahnede bırakmayı bilmeyen, beceremeyen, işine gelmeyen ya da rolüne "ihanet" eden tiplemeler.

"Kontrolsüz güç, güç değildir" klişesi bu durumu çok güzel açıklıyor aslında.

Sahip olduğu "domine etme güdüsünü/yetisini" belli etik sınırlar dahilinde kullanmayı becerememek, oynadığı şeyin sadece bir "oyun" olduğunu unutmanın/görmezden gelmenin bir sonucu şeklinde zuhur ediyor.

"İtaatkar" için de benzeri örnekler çeşitlenebilir elbette..

"Rol" ne olursa olsun, bunun bir oyun olduğunu akıldan çıkarmamak ve "oyunu oyun gibi oynamak" işin esası..

Kimse bahane üretmesin. Hepimiz ömrümüzün ilk yıllarını bu konuda "uzman" olmak üzere "çalışmakla" geçirdik. Oyun oyamayı gayet iyi biliyoruz. Öyleyse;

Demek ki neymiş?

Mızıkçılık yapmak yok!...

16 Mart 2012 Cuma

Kaç Oldu?..



Baharın kendini iyice hissettirmeye başladığı bir haftasonuydu. Soğuk ve karanlık ikilisinin yarattığı karamsar havanın etkisi ile üzerime çöken "eylemsizlik" hissi yerini harekete bıraktığından, günümü açık havada ve gezerek geçirmeye karar verdim.

Onun da gelmesini istedim. Gideceğim semti söyleyerek hazırlanmasını ve gelmesini belirten bir mesaj gönderdim.

Çok geçmeden yanıma geldi.

Bir yandan alışveriş yapıyor, bir yandan konuşuyor, yorulunca bir yerlerde oturarak birşeyler içip dinleniyorduk.

"Sohbet etmek" çok sık yapmadığımız bir eylem olduğundan, "sıradan" şeylerden bahsederken çekingen olsa da, neyin nerede nasıl yaşanması gerektiğini kavrayabilecek kadar zeki olduğundan, bu durumu yadırgamıyordu.

Zaman geçtikçe "usulca" açılmaya başlıyor, daha kendine dair, daha gündelik "yakınmalarını" içeren konulardan bahsediyordu.

Bir ara konu modern çağın insanların üzerine yüklediği sorumluluklar silsilesine geldi. 

"Sosyal" bir canlı olmanın verdiği yüklerden, yerine getirmemiz gereken görevlerden, teknoloji denilen hadisenin bir yandan hayatımızı ne kadar "kolaylaştırdığından" bahsederken, bir yandan da üzerimize bindirdiği ağır yüklerden bahsetmeye başladı.

Konu arasında, "Ne kadar çok sayıyı aklımızda tutmamız gerekiyor, düşünebiliyor musunuz?" dedi.

"TC Kimlik numaramız, cep telefonu numaramız, e-mail adreslerimiz, bunların şifreleri, kredi kartlarımız, kredi kartı şifrelerimiz, yaşımız, kan grubumuz, posta kodları ve daha niceleri...

Sayılar önemsiz ve değersiz şeyler. Bunların hayatımızı bu denli kapsamasına müsaade etmeden, daha sade bir hayat yaşamayı isterdim. Hangi ayın hangi gününde, hangi yılın kaçıncı haftasında olduğumuzun hiçbir önemi yok. Hiçbir şeyi saymak zorunda olmamalıyım ben." diye ekledi.

Cevap vermeden, uzunca tebessüm ettim..

Bu "tepkisizliğimden" gerildiğini sezebiliyordum. Fakat tam olarak ne düşündüğümü öngöremediğinin de farkındaydım.

Saatin ilerlemesiyle, eve dönmeye karar verdim. Benimle birlikte geldi. Eve girince, aldıklarımı dolaba yerleştirip yanıma gelmesini söyledim. 

Salona geçerek kanepeye oturdum ve gün içinde gelen maillerimi, haberleri incelemeye başladım.

İşi bittiğinde yanıma geldi. "Otur." dedim ve dizlerimin dibine oturdu.

Elimi saçlarına götürerek okşadım. Çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim. Gözlerinin içine baktım ve tebessüm ettim...

Bu tebessümün ona dışardaki tebessümümle aynı duyguları hissettirdiğinden şüphem yoktu.

Birşeyler olacağını sezdiğinden olsa gerek, dudakları istemsizce bükülmüştü..

"Dizlerime uzan." dedim.

Doğruldu. Ayakları sarkacak şekilde kanepede dizlerimin üzerine uzandı.

Yüzüme bakmıyordu. Belli ki tedirgindi. Başını öne eğmiş, anlamsızca yerdeki halıyı izliyordu...

Elimi eteğinin üzerinde biraz gezdirdikten sonra, eteğini beline kaldırdım.

Yine o beyaz ten...

Koca bir kışı "karanlıkta" geçirmiş olmanın "mahrumiyeti" ile güneşe hasret kalmış, beyaz ve pürüzsüz bir ten...

Külodunu dizlerine indirdim...

Elimi kalçalarında biraz gezdirdikten sonra, ani ve sert bir hareketle kalçasına tokat attım.

Bunu bekliyordu. Fakat tokatın şiddetinden ve buna alışık olmayışından ötürü canı yanmıştı. 

Derin bir  nefes alarak, mümkün olduğunca nefesini vermeden durmaya çalıştı.

Belki de böyle "sıkıyordu" kendini...

Fakat göğüs kafesi dizlerimin üzerindeydi ve her hareketini takip etmek oldukça kolaydı.

Nefesini vermeye başladığı anda diğer kalçasına da bir tokat attım.

Bu anlık tepkiyi beklemiyordu. Nefesi hırıltıyla karışarak bocaladı.

Kısa bir an sonra aynı kalçasına yeniden tokat attım.

Ve yeniden.

Ve yeniden...

Nefes kontrolünün anlamsızlığının farkına varmış olacak ki, kontrolsüzce ve hızlı nefes almaya başladı.

Kendini kontrol edip, tepki göstermemeye çalışıyordu.

Bir müddet daha sertçe tokatlamaya devam ettim...

Sonra durup, elimle çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim.

Gözleri nemlenmişti. Ancak ağlamıyordu..

Gözlerine bakıp, "Şimdiye kadar kaç tokat attım?" dedim.

Afalladı.

Bocaladı..

Ne diyeceğini bilemedi..

Dudaklarını ısırarak, "Saymadım." dedi.

"Pekala" dedim. Ve tuttuğum çenesini elimden bırakarak, daha sert, daha ani bir tokat attım kalçasına.

"Ighh" şeklinde istemsiz bir inilti çıkardı. Aynı sertlikle ve hızda tokat atmaya devam ediyordum.

Artık dizlerimin üzerinde hissettiğim sadece kontrolsüz nefes alışverişler değil, aynı zamanda dizlerime "vururcasına" hızla çarpan bir kalpti..





Bir müddet daha böyle devam ettikten sonra, yine çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim.

Bu sefer gözleri daha nemliydi. Mahcubiyetin verdiği utangaçlıkla, yanakları da kızarmaya başlamıştı.

Gözlerinin içine baktım ve "Kaç oldu?" dedim.

Vazifesini "doğru" bir şekilde yerine getirmenin verdiği "huzur" ile 22 dedi.

"Onu sormuyorum. Sağ kalçana kaç tokat attım?" dedim.

Afalladı. O kırmızı dudaklar yine büküldü. Gözler yavaşça aşağılara kaydı. "Saymadım" dedi...

"Pekala" dedim.

İlk iki seferden çok daha sert bir şekilde, tüm odada yankılanırcasına tokatlamaya başladım kalçalarını.

Burnunu çekiyordu.

Sesi çıkmıyordu. Hıçkırmıyordu. Mızmızlanmıyordu. Fakat bünyesini kontrol edemediği için ağlamasına engel olamıyor, acı ve mahcubiyetle karışık bir hüzünle gözleri doluyordu.

Artık sadece kalçaları değil, mahcubiyetinden dolayı ruhu da acıyordu...

Yüzünü yeniden kendime çevirip "Kaç oldu?" dedim.

Bu sefer emin değildi. Ama yine de "şansını" denemek istiyordu.

"Toplamda 36. Son seferden beri Sağ kalçama 9, Sol kalçama 5." dedi.

"İstediğim bu değil. Dizlerime yattığından beri kaç dakika oldu?" dedim.

Kafasını öne eğdi. "Saymadım" dedi..

Elimi çenesinden çektim.

Başını öne eğdi.

Ve yeniden.. Daha sert.. Daha hızlı..

...

"Kaç oldu?"

Toplam 54. Saymaya başladığımdan beri Sağ kalçama 15, Sol kalçama 17. Ve saymaya başladığımdan veri 3 dakika 25 saniyedir dizlerinizde yatıyorum." dedi.

"Hayır. Bugün yanıma geldiğinden beri, kaç defa saçlarını okşadım?" dedim.

Konuşamadı.. Fısıldarcasına, "Saymadım." dedi...

Elimi çenesinden çektim.

Başını öne eğdi.

Kalçalarını tokatlamıyordum. Hatta kalçalarına dokunmuyordum.

Ne demek istediğimi çok iyi anlıyordu.

Artık teni acımıyordu. Fakat "canı" yanıyordu.

Mahcubiyeti sadece sesine, yüzüne ya da gözlerine değil, tüm ruhuna yayılmıştı.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu dizlerimin üzerinde.

Avcumun altında kıpkırmızı olana, acıdan kıvranana dek tokatladığım kalçalarının acısına tahammül edebilirken, hissettiği bu mahcubiyete tahammül edemiyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Gözlerinden damlalar halının üzerine düşmüyor, ardı kesilmemecesine "akıyordu".

Müdahale etmedim.

İzledim..

İzledim....

Ardından çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim. Gözlerinden akan yaşı sildim. Doğrultarak yanıma oturttum ve başını göğsüme yaslayarak "Bana bir şey söyle." dedim.


Gözlerimin içine baktı;



 - "Bazı sayılar var ki, asla.. ama asla unutulmamalı.


Sarıldım...



13 Mart 2012 Salı

Göz Yaşı




Lise yıllarımın son günleri...

Öğenimim için geldiğim şehirden ayrılmama günler kala, ardımda bıraktığım tüm izleri "siliyordum".

İnsanın gelecek çizgisini bu kadar net bilmesi,

Ve malesef bu çizgiye bu kadar "mecbur" kalması ne vahim..

....

11 Mart 2012 Pazar

BDSM ve Cinsellik



Cinsellik ve BDSM kavramları üzerine çokça yazı yazıldı, çokça tartışmaya konu oldu. 

Herkesin kişisel fikrine saygı duymakla birlikte, son günlerde okuduğum bir çok forum başlığında bu konunun yeniden tartışmaya açılması sebebiyle ben de düşüncelerimi belirtmek istiyorum.

Tepkiler çokça olmakla birlikte, BDSM ve Cinselliğin ne denli iç içe ya da ayrı tutulması gerektiğine dair görüşlerin toplandığı birkaç "kanaat" var;

Bunlardan birincisi, bahsettiğim iki kavramın asla birbiri ile iç içe olmaması gerektiğini savunuyor. Bu görüşü savunanların çoğunluğu ise, "Dominant" tarafın BDSM kavramının gölgesinde itaatkarı kullanmaya yeltendiğini, hatta BDSM içinde yaşanacak bir cinselliğin istismar sayılabileceğini iddia ediyorlar. 

İtaatkar kişinin karşı koyamazlığını bir zaaf olarak gören "Dominant"ın, bunu kendi lehine değerlendirdiğini ve "kullandığını" savunuyorlar.

Bir diğer görüş ise BDSM ve Cinselliğin mutlaka iç içe olması gereken ayrılmaz bir ikili olduğu yönünde. Bu görüşü savunanlar ise, BDSM temelli ilişkilerde yaşanan hazzın, tenler üzeri bir haz olduğunu, cinsellik esnasında "itaatkar"ın yaşadığı teslimiyetin ve itaatin en yüksek noktaya ulaştığını, bütün "mahrem" ve "özel"ini ortaya sererek tahakkümü altına girdiği kişiye sunmasının, "aidiyet"in en üst noktası olduğunu değerlendiriyorlar.

Bir üçüncü görüştekiler ise, Cinselliğin özel olarak ele alınması gereken bir konu olmadığını, BDSM içinde yaşanacak herşeyin - cinsellik de dahil - "Dominant"ın tasarrufunda olduğunu, "Efendisinin" içkisini hazırlamak ile, efendisinin önünde soyunup bedenini sunmanın arasında "düşünsel" anlamda fark olmadığını, hizmetin ve aidiyetin her türlüsünün BDSM kavramı içinde, bu düşünce temelinde değerlendirilmesi gerektiğini, cinselliğin salt "seks" mantığı ile ele alınmaması gerektiğini iddia ediyorlar.

Bu üç temel görüşün etrafında dallanan daha bir çok görüş var elbette. Ancak bu üçünün ağır bastığını söyleyebilirim.

Üç zıt görüş.

Üçü de birbirini tamamiyle "reddeden" üç düşünce yapısı...

Bu aykırı fikirler, "Ne İstiyorsun?..." başlığı altında yazdıklarımı hatırlattı;

"Her dominant ve her submissive karakter birbiri ile uyuşacak diye bir iddia da yoktur, olmamalıdır.

BDSM denilen hadisenin içinde hem fiziksel, hem psikolojik eğilimler öyle çoktur ki, bu "deniz" in içinde doğru akıntının bir parçası olmak pek de kolay olmayacaktır."

Evet, hepimiz "aynı gemide" olduğumuzu sansak da, aslında çok farklı uçlarda ve "aynı denizde" yüzüyoruz. Hepsi bu...
Kendi düşünceme gelecek olursam;

BDSM "denizinde", doğru eğilimlere sahip iki zıt ucun birbirini bularak etkileşime girmeleri neticesi ortaya çıkan D/s ilişkisi, bahsi geçtiği üzere iki kişinin karşılıklı rızası ile başlamaktadır.

Sürekli vurguladığım üzere, bu ilişkinin başlangıcında da bitişinde de iki taraf birden söz sahibidir.

"Kölelik" statüsünü kabul eden kişi, yaşadığı "ilişki" müddetince ne kadar "değersiz", "önemsiz", "aşağılık" görülürse görülsün (ki bunun kanaati "Dominant" a aittir. İstediği kadar değerli-değersiz olarak nitelendirebilir.) "köle", ilişkiyi bitirme kararı almakta her zaman özgürdür. Ve bu kararı aldığı andan itibaren, Dominant kişinin bu karara saygı duyma zorunluluğu vardır.

Dominant kişi, sosyal yaşam ile D/s ilişki arasındaki dengeyi saptırarak, kendisini "kanun koyucu" görmek gibi bir "gaflete" asla kapılmamalıdır.

Başlangıç ve bitişteki özgürlüğü vurguladıktan sonra sürece değinecek olursak, sürecin tamamiyle "Dominant"ın kontrolünde olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. Karar mekanizması ve belirleyici tek unsur Dominantın fikirleridir. Zaten itaat edenin süreci kontrol altına alması, "itaat"in doğasına aykırıdır.
 
Bu noktada diyebiliriz ki;
BDSM bir teslimiyettir. Ruhun ya da bedenin teslimiyeti değil, hepsinden öte "varlığın" teslimiyetidir. Teslim edilen varlık, görünürde onu taşıyana ait gibi dursa da, aslında "adanmış"a aittir. Onun kontrolündedir, onun tasarrufundadır.
Hükmü altında bulunan ruhu istediği gibi yönetme, yönlendirme, eğitme, cezalandırma, hizmet ettirme, itaat ettirme hakkına sahiptir. Bunları istediği yoğunlukta, istediği sertlikte ya da yumuşaklıkta, istediği sıklıkta, istediği yer ve zamanda, istediği şekilde  yapma tasarrufu da yine "Hükmeden"dedir.

"BDSM temelli ilişkilerde yaşanan hazzın, tenler üzeri bir haz olduğunu, cinsellik esnasında "itaatkar"ın yaşadığı teslimiyetin ve itaatin en yüksek noktaya ulaştığını, bütün "mahrem" ve "özel"ini ortaya sererek tahakkümü altına girdiği kişiye sunmasının, "aidiyet"in en üst noktası olduğu"  düşüncesini kendi yaklaşımıma en yakın görüş olarak değerlendiriyorum.

İtaatkarın etkileşimde bulunduğu her şeyden aldığı haz ve acı, "kontrol" düşüncesinin merkezini oluşturmakta.

Aldığı hazzın kontrolü ile ceza, hissettiği acının kontrolü ile eğitim.... gibi.

Cinsellik ve cinsel etkileşimler, tenlerin ve ruhun en "yalın" hallerinden biri olarak görüldüğünde, gerek fiziksel gerek düşünsel anlamda hem acının hem de hazzın sınırlandırılabileceği, "sınırsız" bir oyun alanı olarak ele alınabilir.

Vücudu kaplayan sayısız "haz" ve "acı" noktasının fiziksel olarak uyarılması ile "hissettirilebilecekler", bazen saatlerce süren "eylemsel" cezaların veremeyeceği anlamları "itaat edene" kazandırabilir.

Aynı şekilde bu "haz" noktalarından mahrumiyet, kişinin sabır ve sukunet sınırlarını, düşünsel anlamda yapılacak bir çok öğretiden çok daha hızlı ve etkili şekilde geliştirebilir.



Ayrıca düşünsel anlamda en "uç" dürtülerden olan cinsel dürtülerin "Hükmeden"in kontrolü ve tasarrufu altına girmesi ise, "itaat eden" üzerinde yoğun bir teslimiyet ve aidiyet hissi uyandıracaktır.

Tüm bu yazdıklarım ışığında özetleyecek olursam, "Bence", cinsellik hem düşünsel hem fiziksel anlamda son derece uç ve yoğun bir etkileşim halidir. Bu denli yoğun bir olgunun BDSM "öğretisi" ve "ilişkisi" içinde var olmaması düşünülemez...

Farklı fikir ve tezlerin her zaman birşeyler kazandıracağına inanarak, görüşlerinizi ve bakış açınızı paylaşmanızı bekliyorum.

8 Mart 2012 Perşembe

Ben Kutlamam, Beyim Kutlar...




İçinde bulunduğumuz "Dünya Kadınlar Günü"nü kutlamak yerine;

Kadınların hür iradelerini daha "HÜR" bir ortamda kullanabildikleri,

Kendi geleceklerini tayin etme haklarının kendilerine verildiği,

Sadece bugüne özel, kadınların sosyal hayattaki sorunlarına eğiliyor-muş gibi yapılmadığı,

Şiddetin ve tecavüzün her türlüsünün önüne geçmekte "başarı" sağlandığı,

Kadınların ilgiye ve bakıma muhtaç, "su isteyen bir  çiçek"ten daha çok, saygı isteyen bir birey olduğu düşüncesinin toplumun çoğunluğu tarafından kavranabildiği,

Ve daha burada dile getiremediğim nice sorunlarına çözümler bulunabilinmiş, bir "Kadınlar Günü"nde bu "özel" gününüzü kutlamak temennisi ile geçiştireceğim yazımı.

Bu yazdıklarım şu an için sadece "temenni" seviyesinde olduğu için bu günü kutlamayacağım. Zira içinde bulunduğumuz şartlar altında kadınların kutlanası bir günleri var-mış gibi yapmayı doğru bulmuyorum.

BDSM içerikli ilişkileri benimseyen, üstelik bir erkeğin kaleminden bunların dökülmesi belki bazılarına ironik gelebilir.

Fakat sevgi, nefret, aşk, mutluluk, hüzün, seçim, karar, red, kabul, istek, ikar gibi, BDSM de dahil olmak üzere, kadının hissedeceği her türlü duygu ve dürtünün tasarrufunun kadının kendisinde olması gerektiğine inanan ve bu haklarına saygı duyan bir birey olarak bu yazımı kaleme alıyorum.

8 Mart 2013'ünüzü "kutlamak" temennisi ile, hepinize iyi günler.


3 Mart 2012 Cumartesi

Huzur Dolu Bir Ölüm...




Koltuğumda uzanmış, uzun süredir izlemeyi planladığım filmin DVD'sini takmıştım. O ise ayaklarımın dibinde oturuyor, başını dizime yaslayarak benimle birlikte filmi izliyordu.

Beyaz tenli, zayıf sayılabilecek, narin bir kızdı. Teni öylesine beyazdı ki, masumiyetin biraz ötesine taşan bir öpücükle dahi kolayca kızarabiliyordu.

Taze vücudu halen diri, genç ve pürüzsüzdü. Bir çocuk masumiyetindeki ruhu ile bir bebek masumiyetindeki teni hiç yabancılık çekmiyordu. Derinlere gizlediği orospuyu saymazsak...

Odada loş bir ışık vardı. Ufak bir ışık huzmesi dahi -boyalı da olsa- kızıl saçlarının parlamasına yetiyordu. Sağ elimin altında uzanan yumuşak saçlarını, bir kediyi okşarcasına seviyordum.

O ise tam da bir kedi gibi, her okşamamda bedenini bana biraz daha yaslıyor, sırnaşıyordu.

27 Şubat 2012 Pazartesi

"İnsanın Evi Gibisi Yok..."




Taksim'in kalabalığı akıyordu etrafından.

Puslu, ıslak, gri, soğuk bir İstanbul sabahı..

Soğuk şiddetli ve keskin. Deri eldivenlerimi giyme gereği duyacak kadar şiddetli.

Tam söylediğim saatte, tam söylediğim noktada, tam söylediğim kıyafeti ile beklediğini görüyorum.

Bütün acelesi ile, sanki dünyanın son gününü yaşıyormuşcasına etrafından akan kalabalığa rağmen, hereketsizce ayakta bekliyor.

23 Şubat 2012 Perşembe

"""""BAYAN""""" Köle



"Bayan Köle" kelimesi hakkında profilime gelen bunca "anonim" yorumdan sonra, yayının başlığını "Dişi Köle" olarak değiştirmeyi uygun buldum.

İnsanların "Bayan" kelimesine bu kadar takılacaklarını tahmin etmemiştim doğrusu.

Tüm "anonim" okuyuculara duyurulur.

21 Şubat 2012 Salı

"Dişi Köle" - 2



Günlerdir, haftalardır devam eden o "adsız" iletişim, bir ad kazanmaya başlıyordu.

İçinde beslediği duyguları bugüne kadar istemsiz ya da çekingen hareketlerle dışa yansıtırken, artık ağzından çıkan her cümlenin, yazdığı her harfin bir anlam taşıdığını biliyordu.

İstediğim şeyleri yazarak, "mahremiyetini" aralayarak "Teslimiyet"ini sergiledikten sonra değişmeye başladı. Artık yaptığı her şeyde, her cümlesinde ya da düşüncesinde sadece kendisine karşı sorumlu olan kız yoktu karşımda. 

Telaşı sürekliydi. Heyecanı, korkusu, tedirginliği, mutluluğu ve utangaçlığı artık iletişimin her saniyesini kapsıyordu.

"Nasılsın?" kadar sıradan bir soru cümlesine dahi, Ona "Hayatın anlamı"nı sormuşcasına büyük bir saygı ve ciddiyet ile cevap veriyordu.

12 Şubat 2012 Pazar

"Dişi Köle" - 1



Sürekli düşüncelerimden, eleştirilerimden bahsetmeyi bırakıp bu sefer o açtığım deniz kabuklarının "dolu" çıkanlarından birini anlatmak istiyorum..

Güzel, nadide bir "inci"yi;

6 yıl önceydi sanırım. Hayatımın en kaotik, zorlu ve stresli dönemlerini yaşadığım o yıllarda Ankara'daydım.

BDSM kavramının adını koyalı çok olmamıştı. Arayışlarım sıradan kadın-erkek ilişkisinin dışına çıkarak bu yöne kaymış, benim eğilimlerime hitap eden birilerinin varlığını yoklar olmuştum.

Öyle bir dönemde çıkmıştı karşıma.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Kadının Yüzü...



Ne kusursuz göğüsler,

Ne mükemmel kalçalar,

Ne bir manken fiziği,

Ne de engin bilgi birikimi...

Birçok insanın fiziki/düşünsel anlamda "bir kadın" da etkilendikleri, zevk aldıkları unsurlar sonsuz sayıda şekillenebilirken, çok azına hitap eden "hazlar" var;

1 Şubat 2012 Çarşamba

Ne İstiyorsun?..



İtaati mümkün kılmanın temelinde ne var?

- Çok güçlü bir iradenin varlığı?

- Yönetme ve yönlendirme becerisi?

- Sadist dürtülerin uç noktalara ulaşması?

- Yüksek bir ikna kabiliyeti?..

30 Ocak 2012 Pazartesi

Köle?..



-Kölenizim Efendim..

-Ayaklarınıza kapanmak istiyorum yüce Hanımefendi..

-Oturduğunuz koltuk olmak için neler vermezdim ki..

-Sadık KÖLENİZİM, lütfen kabul edin.

-Her türlü gündelik işinizi yapabilirim, yeter ki ayaklarınızın dibinde olmama izin verin.

-Tükürüğünüzü içmek için tüm ömrümü feda edebilirim...

Evet, bu ve bunun gibi yüzlerce mesaj, birbirini hiç tanımayan insanlar tarafından birbirine gönderiliyor her gün. Sadece "rumuz"unda geçen birkaç "baskın" kelime yüzünden, salyası akan köpekler gibi bu "rumuzların" peşinden koşturanlar var fetiş/bdsm sitelerinde. Üstelik sayıları o kadar fazla ki... "Mazallah" demokratik bir seçimle belirlenecek olsa yönetim kadrosu, bu "çoğunluk" sayesinde en "dominant" rumuzlu kişi Admin olurdu zira. Komik...

29 Ocak 2012 Pazar

Akıl Oyunları...






Hiçbir zaman kavgacı biri olmadım.

Durduk yere hır gür çıkaran, çevresine sataşmak için bahaneler arayan, "bi' problem mi var biraaader?" diyen bir tip değildim.

Ne lisede müdür karşısına çıkan yumruklaşmalarım oldu, ne de ilkokulda mahalle kavgasında ağzını patlattığım biri..

Düşünürdüm.. Konuşurdum.. Anlatırdım.. İkna ederdim.

Mutlaka ederdim...

Dinlemeyi anlamayan biri olurdu bazen karşımdaki, yine de ederdim..

Kulaklarını kapamışcasına kelimeleri ardı ardına sıralayan, kendini dünyanın merkezinde, "haklıların efendisi" gören biri de olabilirdi karşımdaki.

Yine ikna ederdim...

28 Ocak 2012 Cumartesi

B. D. S. M.



Otobüste kolay kolay başkasına "akbil"imizi bile vermeyen insanlarız bizler... Peki nasıl oluyor da, tüm ruhumuzu, bedenimizi, benliğimizi, kişiliğimizi, inançlarımızı, hayatımızı başka birine "teslim" edebiliyoruz?...

Evlerinin, bahçelerinin etrafını sıra sıra çitlerle, dikenli tellerle çeviren insanlarız bizler... Öyleyse nasıl tüm bu korumalardan sıyrılıp, tüm bu kalkanları kendi rızamızla indirip, en savunmasız halimizle, en güçsüz, saldırıya en açık halimizle "birinin" karşısına çıkabiliyoruz/çıkmak istiyoruz?....

Arz / Talep Dengesi...


Bunca sahteliğin, fark edilme çabasının, "et mezatı"nın, akıl oyunlarının içinde nasıl doğru iletişim kurulabilirdi?

Ya da "doğru" iletişim neydi? Nasıldı?..

Ayrıntılarda buluyorsunuz aslında tüm bunların cevabını. Satır başlarını değil, satır aralarını okuduğunuzda, kişiye yazılan övgü dolu yorumları bir kenara bırakıp, yergi dolu eleştirilere verdiği tepkileri inceleyince her şey ortaya çıkmaya başlıyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *