16 Mart 2012 Cuma

Kaç Oldu?..



Baharın kendini iyice hissettirmeye başladığı bir haftasonuydu. Soğuk ve karanlık ikilisinin yarattığı karamsar havanın etkisi ile üzerime çöken "eylemsizlik" hissi yerini harekete bıraktığından, günümü açık havada ve gezerek geçirmeye karar verdim.

Onun da gelmesini istedim. Gideceğim semti söyleyerek hazırlanmasını ve gelmesini belirten bir mesaj gönderdim.

Çok geçmeden yanıma geldi.

Bir yandan alışveriş yapıyor, bir yandan konuşuyor, yorulunca bir yerlerde oturarak birşeyler içip dinleniyorduk.

"Sohbet etmek" çok sık yapmadığımız bir eylem olduğundan, "sıradan" şeylerden bahsederken çekingen olsa da, neyin nerede nasıl yaşanması gerektiğini kavrayabilecek kadar zeki olduğundan, bu durumu yadırgamıyordu.

Zaman geçtikçe "usulca" açılmaya başlıyor, daha kendine dair, daha gündelik "yakınmalarını" içeren konulardan bahsediyordu.

Bir ara konu modern çağın insanların üzerine yüklediği sorumluluklar silsilesine geldi. 

"Sosyal" bir canlı olmanın verdiği yüklerden, yerine getirmemiz gereken görevlerden, teknoloji denilen hadisenin bir yandan hayatımızı ne kadar "kolaylaştırdığından" bahsederken, bir yandan da üzerimize bindirdiği ağır yüklerden bahsetmeye başladı.

Konu arasında, "Ne kadar çok sayıyı aklımızda tutmamız gerekiyor, düşünebiliyor musunuz?" dedi.

"TC Kimlik numaramız, cep telefonu numaramız, e-mail adreslerimiz, bunların şifreleri, kredi kartlarımız, kredi kartı şifrelerimiz, yaşımız, kan grubumuz, posta kodları ve daha niceleri...

Sayılar önemsiz ve değersiz şeyler. Bunların hayatımızı bu denli kapsamasına müsaade etmeden, daha sade bir hayat yaşamayı isterdim. Hangi ayın hangi gününde, hangi yılın kaçıncı haftasında olduğumuzun hiçbir önemi yok. Hiçbir şeyi saymak zorunda olmamalıyım ben." diye ekledi.

Cevap vermeden, uzunca tebessüm ettim..

Bu "tepkisizliğimden" gerildiğini sezebiliyordum. Fakat tam olarak ne düşündüğümü öngöremediğinin de farkındaydım.

Saatin ilerlemesiyle, eve dönmeye karar verdim. Benimle birlikte geldi. Eve girince, aldıklarımı dolaba yerleştirip yanıma gelmesini söyledim. 

Salona geçerek kanepeye oturdum ve gün içinde gelen maillerimi, haberleri incelemeye başladım.

İşi bittiğinde yanıma geldi. "Otur." dedim ve dizlerimin dibine oturdu.

Elimi saçlarına götürerek okşadım. Çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim. Gözlerinin içine baktım ve tebessüm ettim...

Bu tebessümün ona dışardaki tebessümümle aynı duyguları hissettirdiğinden şüphem yoktu.

Birşeyler olacağını sezdiğinden olsa gerek, dudakları istemsizce bükülmüştü..

"Dizlerime uzan." dedim.

Doğruldu. Ayakları sarkacak şekilde kanepede dizlerimin üzerine uzandı.

Yüzüme bakmıyordu. Belli ki tedirgindi. Başını öne eğmiş, anlamsızca yerdeki halıyı izliyordu...

Elimi eteğinin üzerinde biraz gezdirdikten sonra, eteğini beline kaldırdım.

Yine o beyaz ten...

Koca bir kışı "karanlıkta" geçirmiş olmanın "mahrumiyeti" ile güneşe hasret kalmış, beyaz ve pürüzsüz bir ten...

Külodunu dizlerine indirdim...

Elimi kalçalarında biraz gezdirdikten sonra, ani ve sert bir hareketle kalçasına tokat attım.

Bunu bekliyordu. Fakat tokatın şiddetinden ve buna alışık olmayışından ötürü canı yanmıştı. 

Derin bir  nefes alarak, mümkün olduğunca nefesini vermeden durmaya çalıştı.

Belki de böyle "sıkıyordu" kendini...

Fakat göğüs kafesi dizlerimin üzerindeydi ve her hareketini takip etmek oldukça kolaydı.

Nefesini vermeye başladığı anda diğer kalçasına da bir tokat attım.

Bu anlık tepkiyi beklemiyordu. Nefesi hırıltıyla karışarak bocaladı.

Kısa bir an sonra aynı kalçasına yeniden tokat attım.

Ve yeniden.

Ve yeniden...

Nefes kontrolünün anlamsızlığının farkına varmış olacak ki, kontrolsüzce ve hızlı nefes almaya başladı.

Kendini kontrol edip, tepki göstermemeye çalışıyordu.

Bir müddet daha sertçe tokatlamaya devam ettim...

Sonra durup, elimle çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim.

Gözleri nemlenmişti. Ancak ağlamıyordu..

Gözlerine bakıp, "Şimdiye kadar kaç tokat attım?" dedim.

Afalladı.

Bocaladı..

Ne diyeceğini bilemedi..

Dudaklarını ısırarak, "Saymadım." dedi.

"Pekala" dedim. Ve tuttuğum çenesini elimden bırakarak, daha sert, daha ani bir tokat attım kalçasına.

"Ighh" şeklinde istemsiz bir inilti çıkardı. Aynı sertlikle ve hızda tokat atmaya devam ediyordum.

Artık dizlerimin üzerinde hissettiğim sadece kontrolsüz nefes alışverişler değil, aynı zamanda dizlerime "vururcasına" hızla çarpan bir kalpti..





Bir müddet daha böyle devam ettikten sonra, yine çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim.

Bu sefer gözleri daha nemliydi. Mahcubiyetin verdiği utangaçlıkla, yanakları da kızarmaya başlamıştı.

Gözlerinin içine baktım ve "Kaç oldu?" dedim.

Vazifesini "doğru" bir şekilde yerine getirmenin verdiği "huzur" ile 22 dedi.

"Onu sormuyorum. Sağ kalçana kaç tokat attım?" dedim.

Afalladı. O kırmızı dudaklar yine büküldü. Gözler yavaşça aşağılara kaydı. "Saymadım" dedi...

"Pekala" dedim.

İlk iki seferden çok daha sert bir şekilde, tüm odada yankılanırcasına tokatlamaya başladım kalçalarını.

Burnunu çekiyordu.

Sesi çıkmıyordu. Hıçkırmıyordu. Mızmızlanmıyordu. Fakat bünyesini kontrol edemediği için ağlamasına engel olamıyor, acı ve mahcubiyetle karışık bir hüzünle gözleri doluyordu.

Artık sadece kalçaları değil, mahcubiyetinden dolayı ruhu da acıyordu...

Yüzünü yeniden kendime çevirip "Kaç oldu?" dedim.

Bu sefer emin değildi. Ama yine de "şansını" denemek istiyordu.

"Toplamda 36. Son seferden beri Sağ kalçama 9, Sol kalçama 5." dedi.

"İstediğim bu değil. Dizlerime yattığından beri kaç dakika oldu?" dedim.

Kafasını öne eğdi. "Saymadım" dedi..

Elimi çenesinden çektim.

Başını öne eğdi.

Ve yeniden.. Daha sert.. Daha hızlı..

...

"Kaç oldu?"

Toplam 54. Saymaya başladığımdan beri Sağ kalçama 15, Sol kalçama 17. Ve saymaya başladığımdan veri 3 dakika 25 saniyedir dizlerinizde yatıyorum." dedi.

"Hayır. Bugün yanıma geldiğinden beri, kaç defa saçlarını okşadım?" dedim.

Konuşamadı.. Fısıldarcasına, "Saymadım." dedi...

Elimi çenesinden çektim.

Başını öne eğdi.

Kalçalarını tokatlamıyordum. Hatta kalçalarına dokunmuyordum.

Ne demek istediğimi çok iyi anlıyordu.

Artık teni acımıyordu. Fakat "canı" yanıyordu.

Mahcubiyeti sadece sesine, yüzüne ya da gözlerine değil, tüm ruhuna yayılmıştı.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu dizlerimin üzerinde.

Avcumun altında kıpkırmızı olana, acıdan kıvranana dek tokatladığım kalçalarının acısına tahammül edebilirken, hissettiği bu mahcubiyete tahammül edemiyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Gözlerinden damlalar halının üzerine düşmüyor, ardı kesilmemecesine "akıyordu".

Müdahale etmedim.

İzledim..

İzledim....

Ardından çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim. Gözlerinden akan yaşı sildim. Doğrultarak yanıma oturttum ve başını göğsüme yaslayarak "Bana bir şey söyle." dedim.


Gözlerimin içine baktı;



 - "Bazı sayılar var ki, asla.. ama asla unutulmamalı.


Sarıldım...



11 yorum:

  1. bu sakin ve yalin anlatimi cok sevdim.

    YanıtlaSil
  2. Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir yazı okumamıştım. BDSM'e uygun olmadığımı yıllar önce anlamış olmama rağmen, belki kaleminizin kuvveti belki de olaydaki duygular çekti beni.
    Sadece nefes kesici olmuş, diyebilirim sanırım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Keyif almanıza sevindim sevgili Sin.

      Sil
  3. Çok güzel .. Güzel bir son ..

    YanıtlaSil
  4. kaleminin zihnimde kağıt kesiği etkisi yapıyor oluşu...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Siz de "kesiğin" tadını çıkarın öyleyse..

      Sil
  5. ..gündelik bir muhabbetten çıkıp böyle bir ders vermek ve bunu bu kadar etkileyici şekilde yazmak. okumadan ölsem üzüleceğim satırlardı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "okumadan ölsem üzüleceğim satırlardı"

      Bu çok hoş bir iltifat. Teşekkür ederim "Adsız".

      Sil
  6. Sonunda hep sarilmak cok guzel

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *