8 Mart 2018 Perşembe

Mum Önemli - 3



Ama ne olacaktı?...

"Kalan" mumları sıra ile gözünün önünden geçirdiğine şüphem yoktu...

Biri ağzında.

Birini avuçlarının arasında tutuyor.

Geriye 4 mum kalıyor. Biri beyaz, biri kırmızı, biri mavi ve diğeri sarı...

Hepsini kullanacak mı?..

Belki sadece birkaçını kullanır...

Renkliler çok acıtıyor demişti. Acaba renklileri kullanacak mı?..

Zihnindeki kıvrımlarda hareket eden sayısız soruya inat hareketsiz duran bedeni ve gözleri, benden gelecek bir sonraki hamleyi bekliyordu...

- Renkli mumlar acıtıyor demiştim değil mi?

- Hem de kemiğine kadar demiştim...

Tavana sabitlenen gözleri, bu sözlerim ile bana dönüyor.

Bu "özünde" bir soru olmadığından, cevap vermiyor...

Bu bir beyan olmadığından onaylamıyor...

Sadece donuk ve ifadesiz gözlerle bakıyor, bakıyor...

Dudak kasları, kavramaya çalıştığı mumun yarattığı yorgunlukla titriyor.

Avuçlarının arsında tuttuğu mumdan damlayanlar neredeyse tüm elini kaplıyor..

Uzanıp bir beyaz mum daha alıyorum.

Yakıyorum.
Erimesi birkaç saniye alıyor..
Gözleri mumu takip ediyor.
Üzerine damlatacak mıyım?..

Damlatacak isem yakından mı, uzaktan mı damlatacağım?..

Aklından sayısız soru geçiyor...

Diğer elini kavrıyor ve avuç içi yukarı bakacak şekilde göbeğinin üzerine koyuyorum.

Yaktığım mumu eline veriyorum.

Kavrıyor...

Nefes aldıkça, eliyle beraber tuttuğu mum da hareket ediyor.

Mumu kavrıyor.

Mumu sıkıca kavrıyor...

. . . .

Tüm beyaz mumların bittiğinin farkında...

Devam edecek miyim?...

Ne kadar, nereye kadar ve nasıl devam edeceğim?...



Gözleri diğer mumlara kayıyor.

Yapacağım bir sonraki hamle için seçeceğim mumu bekliyor...

Mumlara yönelmediğimi fark ettiğinde bakışları yeniden bana dönüyor.

Anlamaya çalışıyor neyi beklediğimi...

Doğruluyorum ve koltuğa geçiyorum.

Ayaklarımı uzatıp, televizyonu açıyorum...

Birçoğunuzun evinde, köşeye yerleştirdiği bir abajur vardır.

Özellikle televizyon izlerken, yoğun ışık yerine onu açmayı tercih edersiniz.
(En azından benim için öyle.)

Böyle "organik" bir abajurun yaydığı "titrek" ve sönük ışığın altında izlediğim televizyondan aldığım keyif ise bambaşkaydı...



Tıpkı baktığınız halde göremediğiniz gibi, bazen bakmasanız da "görebilirsiniz"...

Gözlerini ayırmadan beni izleyişini..

Çenesine sızan damlaların boynunda kuruyuşunu...

Dudağının kenarından yanağına sızan salyaları...

Katı bir kütle haline dönüşen elini...

Her nefes alışında biraz daha akan mum ile kaplanmış göbeğini...

Merakını..

Endişesini..

Mutluluğunu...

Kederini..

Kederinden doğan keyfini...

. . . .
Bakmadan da görebilirsiniz...

Öyle net "görürsünüz" ki, gözleriniz kıskanır bu kabiliyeti..

Öyle keyifle "bakmazsınız" ki, gözleriniz üzülür gereksizliğine...

Öyle huzurla "umursamazsınız" ki, endişeniz endişelenir varlığından...

. . . .

Sonra bir "an" gelir...

Bir an çevirirsiniz bakışlarınızı.

Bir an ruhunuzla baktığınız gibi, gözlerinizle bakarsınız "O"na..

Bir an, sadece avuçlarındaki mumlar ile aydınlanan odanın, O'nun gözünde bakışlarınız ile aydınlandığını görürsünüz...

Bir an güldüğünü görürsünüz..

Ağzı tıka basa mum ile doluyken dahi, "ağız dolusu" güldüğünü görürsünüz..

Kalkarsınız..

Yanına gidersiniz...

Çömelirsiniz...

Yüzüne yaklaşırsınız...

Gözlerine...

Yanaklarına...

Ciğer dolusu nefes aldığı burnuna...

Öyle yaklaşırsınız ki,

Ciğerlerine çektiği tüm hava, sizin verdiğinizden ibarettir..

Gözleri "zaten" gözlerinize kenetliyken, derinlerine.. en derinlerine bakarsınız göz bebeklerinin....

Sonra uzaklaşırsınız yüzünden.

Bir nefes alırsınız.

Derin bir nefes....

Avuçlarındaki ve ağzındaki mumların tümünü söndürene kadar, uzunca üflersiniz.

Öyle sakin ve öyle uzun üflersiniz ki,

Öyle derin ve emin üflersiniz ki,

Tek bir sözcüğe ya da en ufak bir tereddüte gerek bırakmazsınız "kalbinde"...

Rüzgarınız yanaklarına vurur...

Rüzgarınız saçlarına vurur...

Rüzgarınız ruhunu savurur...

Huzur verirsiniz..

Huzur dolarsınız...

Göz bebeklerine bakar, verdiğiniz huzurun belki bin katını "hasat" edersiniz...

Çünkü toprak kadar bereketli,

Toprak kadar vefalı,

Toprak kadar gönlü geniştir "O"nun..

Yanağını okşar ve ensesinden destek olur doğrultursunuz...

Ağzındaki mumu çıkarıp kenara koyarsınız..

Yorulmuş çenesi ve yanakları titrer biraz..

Kırmızı dudakları, salyaları yüzünden halen ıslaktır..

 . . . .

Göz bebeklerine bakarken; "Tek bir damlasını dahi etrafa dökmeni istemiyorum. Hepsini temizleyeceksin." diyerek ayağa kalkıp uzaklaşırken, O "ördek" gibi buruşturduğu dudakları ile kendini "süzer"... 

Ve "Derdi başından aşkın bir "çocuk" mimiği ile iç çekerek kendi kendine mırıldanışını duyarsınız;

"Zaten mavi bana hiç yakışmıyor"...


4 yorum:

  1. sub'ınızın finalleri çok iyi oluyor "bazı sayılar var ki asla unutulmamalı", "insanın evi gibisi yok", "ne huzurlu bir ölüm olurdu", "zaten mavi bana hiç yakışmıyor", "ikea'da çok güzel askılar var" gibi. hem masumane hem eğlencelik. gerçekse çok kıskanmalık. lütfen kurgu olsun. her gün kontrol edip de boynum bükük ayrıldığım blog bir de bu eksikliği hissettirmesin bana :)

    bunu kendime itiraf etmek istemiyorum; ama sanırım benim ihtiyacım olan sizin gibi bir efendi. hiçbir zaman sizin gibi bir efendim olmayacak çok büyük ihtimalle; fakat var olduğunuzu bilmek bile güzel.

    lütfen yazın.

    YanıtlaSil
  2. Bu güzel yorumların ve iltifatların için teşekkür ederim "Adsız".

    "Sanırım"lı düşüncelerinden sıyrılarak, "gerçekten" ne istediğini kendine açıkladığın gün, istediğin gibi bir insanın karşına çıkacağını umuyor ve inanıyorum.

    En kısa sürede yazacağım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. eh, bazı kelimeler kabullenmekten kaçmak, anlatımı yumuşatmak için kullanılabiliyor =)

      köleleriniz o kadar şanslı ki...

      Sil
    2. Tekrar teşekkür ediyorum ve bu gece yeni bir yazımı yayınlamayı planlıyorum.

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *