21 Nisan 2012 Cumartesi

Ne biçim mandal bunlar!...



Ev işlerinden pek anlamazdı...

Çorbası tatsız olur, keki yakar, makarnayı dahi hamur gibi yapardı...

Ütüleri hep iki kat olur, çamaşırları doğru dürüst yıkamayı beceremezdi.

Sanırım fazlaca el üstünde, ya da fazlaca güvensiz büyütüldüğünden, hiçbir ev işine karıştırılmamıştı.

Birşeyler yapmak için uğraşmasını izlemeyi seviyordum. O telaşını, yüzündeki endişeyi, beceremediği anlarda kendine kızışını ya da yürümeyi yeni öğrenen çocuk gibi "paytak" hareketlerle birşeyleri yapmaya çalışmasını...
Hakkını vermeliyim, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Gün geçtikçe düzeliyor, tecrübe kazanıyor, pişen çorbaya sonradan su eklenmeyeceğini, makarnanın soğuk suya değil kaynayan suya atılacağını öğreniyordu. :)

Tüm bu "hataları" büyük bir "başarı" ile sıralarken, tahammül katsayımı artıran tek etken de bu azmiydi zaten.

Öylesine çabalıyor, öylesine dikkat göstermeye çalışıyordu ki, bazen kendi kendine kızarken seslerini odamdan duyabiliyordum;

"Aptal kız! Aptalsın sen! Dümdüz bir pantolon. Ütüleyemeyecek ne var? Aptal!.."

Hatasının farkında olduğu sürece sorun yok. Ancak bazen, başka "şeyleri" suçlamaya kalktığı anlar oluyor ki, işte en hoşlandığım "an"lar buna tanıklık ettiklerimdir.

Tıpkı "sayıları" suçladığı o gün gibi.

Ya da bu anlatacağım gün...

. . . . 


-Nasıl başardıysa- doğru çamaşırları, doğru sıcaklıkta, doğru programda ve doğru hassasiyette yıkamayı becermiş, kurutma askısına tutturmaya çalışıyordu.

Ağır pamuklulara çok kızıyor ufaklık.

Bir türlü askıda durmuyor, çamaşır kendi ağırlığı ile sürekli askıdan yere düşüyor...

Bir mandal... İki mandal.. Üç mandal..

"Off!! Ne biçim mandal bunlar! Çamaşırı tutmayı beceremiyorsan başka neye yararsın ki!!.."

Dedi...

Durdu..

Başını kaldırdı..

Karşısında beni gördü...

Kapıya yaslanmış, çamaşırlarla giriştiği inatlaşmayı keyifle izliyordum...

Alt dudağını istemsizce ısırışını hatırlıyorum.

"Şey.. Çamaşır askıda durmuyor da.." diyebildi.

"Mandaldan dolayı mı?" diye sordum.

"Yo, hayır. Sanırım yeterince sıkmamış çamaşır makinesi. Ağır olduğu için durmuyor. Mandalın bir suçu yok ki."

O "ki", öylesine savunucu, koruyucu bir "ki" idi -ki-...

Mandalın başarısını övmek için bütün methiyeleri ard arda sıralamaya hazırdı...

"Yok yok, mandal fazlaca yumuşak. Muhtemelen o yüzden tutmuyor." dedim.

Halen mandalı savunmaya çalışıyor, mandalın olması gerektiği kadar güçlü olduğundan bahsediyor, çabaladıkça daha da dibe battığının farkında olarak çırpınıyordu...

"Çok sinir oldum ben bu mandallara. Hemen hepsini deneyip, işe yaramayanları atmalıyım. Gereksiz mandalların bu evde işi yok!!" dedim gülümseyerek.

"Nasıl isterseniz.." dedi kaybettiği savaşın hezimetiyle...

"Topla bütün mandalları ve salona getir." dedim.

Koltuğuma uzanmış, televizyona bakarken, elinde ufak bir sepet dolusu mandal ile odaya girdi. 



Ne kadar çok mandal varmış bu evde...

. . . . 

Soyunmasını söyledim, soyundu.

Bu kadar beyaz....

Beyazın en güzel hali.. 

Beyazın pembeleşmesi....

Beyazın kızarması..

Ne kadar beyaz, o kadar pembe.. Ne kadar pembe, o kadar kırmızı...

Sehpanın üzerine sırt üstü uzanmasını söyledim.

Genellikle "başına gelecekleri" yaşadığı an fark ederdi.

Spontane ve  anlık gelişen eylemler neticesinde yaşadıklarını, yaşadığı an a kadar kestiremezdi.

Ancak bu sefer, başına geleceklerden hiç olmadığı kadar haberdar bir şekilde sehpaya sırt üstü uzandı.


Gözlerini tavanda bir notkaya dikmiş, hareketsizce bakıyordu.

Belki konsantrasyon, ya da trans hali.. İşe yarayacağına gerçekten inanıyor muydu acaba?..

Ya da gerçekten bu mandallar -sandığı- kadar güçsüz müydü?..

Test etmesine az kalmıştı...

Mandalların kimi tahta, çoğunlukla plastik, yuvarlak uçlu ve "nispeten" yumuşaktı. Aralarında sert plastik ve ince uçlu olanlar vardı ki, kendilerini "maestro" olarak tanımlayabilirim.

Yumuşak mandalları elime alarak ayak parmaklarına yöneldim. Bunlar geniş ve plastik olanlardı. Ayak parmaklarına, parmak uçlarını -emaneten- tutacak şekilde yerleştirmeye başladım. Mandalların ağzının genişliğinden ötürü, ayak parmakları birbirinden ayrık duruyordu.

Halinden şikayetçi değildi. Nispeten tedirginliği de azalmıştı ve istediğim de zaten buydu...

Elimde kalan birkaç "yumuşak" mandal ile kulak memelerini, göbek deliğinin etrafını mandalladım.

Hepsini  "emaneten" takılmış gibi ufak bir et parçasını sıkıştırarak taktım. Bu sıkıştırdığı yüzeye uyguladığı basıncın artmasını sağlıyordu. 

Ancak asıl maksat? Zamanı gelince öğrenecek...

Sıra tahta mandallardaydı...

Göğsü aşırı iri değildi. Ancak küçük olduğu da söylenemezdi. Sırt üstü uzandığında dahi yer çekimine direnebilecek kadar dik, ancak avuç içini dolduracak kadar da dolgundu.

Mandalları göğsünün dış çepherine takmaya başladım. Çevresine doğru dairesel genişleyen göğüsleri, dikliğini kaybediyor, gerilen mandallar yüzünden düz ve gergin bir görünüm alıyordu.

Sanırım "acı" kavramı ile biraz tanışmasını sağladı bu mandallar. Ayak parmakları istemsizce oynuyor, göğsünü acıtan her mandalda, nefes alış-verişi biraz daha düzensizleşiyordu...

Elimde halen bir miktar daha "az sert" tahta mandal vardı ve ben "esas zevki" bu mandallarla heba etmek istemiyordum.

Göğüs ucunun çevresine, ikinci bir dairesel hat oluşturuyordum. Zaten gerginleşen göğüsleri, hem bölgenin hassaslığıyla hem de gerginliğin etkisiyle, nispeten daha fazla acıyordu.

Artık tepkileri ayak parmakları ve nefes düzensizliği ile sınırlı değildi. Minik ve istemsiz kalça hareketleri bu "kıvranış"a eşlik etmeye başlamıştı.


Kalan birkaç tahta mandal ile dudaklarını sıkıştırdım.

Elleri boştaydı...

Gözleri tavana sabit, sanki baktığı noktadan güç almaya çalışıyordu. Küçük hanım parmaklarını sanki piyano çalarcasına oynatmaya başlamıştı.

Evet, eğlence başlıyordu.

Ancak, bundan sonrasında, "eğlenceye" renk katmak adına, "sıradakini" görmesini istemiyordum. Çıkardığı tshirtünü katlayarak gözlerinin üzerine kapadım ve kulağına fısıldadım; "Ben olsam bu mandallardan tekinin dahi -kendiliğinden- çıkmasına izin vermezdim.."

Elimde "yeterince" sert mandal ve "yeterince" uygulama alanı vardı...

Göğüs uçları...


Sağ göğüs ucuna taktığım ilk mandal ve ilk "inleme" eş zamanlı oldu.

Dudaklarını büzmesi ile dudağındaki bir mandalın düşüşü de eş zamanlıydı...

"Ben olsam buna müsaade etmezdim." dedim yineleyerek..

Düşen mandalı aldım ve vajinasının dudağına "emaneten" iliştirdim...

Zaten hassas olan vajinası, mandalın tuttuğu "et"in azlığıyla daha da fazla acıyordu.

Mandalların neden "emanet" olduğunu şimdi daha iyi anlamış olacak ki, o fütursuz kıpırdamalarını dizginlemeye başladı.

Ancak diğer göğüs ucuna taktığım sert mandal ile yine kıpırdadı.

Bu sefer ayak parmağından ve iki adet...

Aynı şekilde yerleştirdim "deliğinin" etrafına...

Hızlı nefes alıp-vererek konsantre olmaya çalışıyordu. Ancak derin nefes alırsa, şişen göğüs kafesinin göğsündeki mandalları çıkarabileceğinin de farkındaydı.

Farkındalığı ne kadar yüksek bir kız!... :)

Ağzı açık nefes alırken, iki parmağımla çektiğim diline üçüncü mandalı yerleştirdim.

Sesi öylesine boğuk, öylesine acılı ve aciz geliyordu ki, acaba tüm mandalları dilinde mi kullanmalıyım diye aklımdan geçirmeden edemedim.



Kapanmayan ağzı ile nefes alış verişi iyice zorlaştı. Ancak asıl mesele aldığı nefes değildi. Öyleyse?...

Yutkunamadığı tükürüğü...

Ağzı kapanamadığı için, dudaklarını kullanması gerekiyordu. Ancak dudaklarını hareket ettirirse başına geleceklerin farkındaydı..

Ağzı tükürükle doluyordu. Her nefes alma çabasında, tükürükle karışık gelen çırpınma sesi, "senfoniye" yeni bir nota eklemişti...

Koltuk altları?

Evet!..

Önce sağ...

İnce bir çığlık. Ya da "uğultu" diyelim.. Devamında sol göğsünden çıkan iki mandal...

Sonra sol...

Bu sefer sağ göğsünden çıkan bir mandal...

. . . .

Bacaklarının titrediğini görebiliyordum. Elleri boştaydı. Bazen istemsiz hareketlerle vücuduna yakınlaşır gibi oluyor, ancak ani bir refleks ile yeniden iki yana açılıyordu.

Oto-kontrol çabaları olayı kesinlikle daha zevklı kılıyordu ve bağlamak istemeyişimdeki tek neden buydu...

Vücudunun kalçalarının üzerinde bir yükselip bir alçaldığını görebiliyordum.

Kalçalarını istemsiz kasıyor, gevşetiyor, yeniden kasıyordu.

Sıkı sıkıya kapadığı bacaklarının gerginliğinden destek almaya çalıştığı her halinden belliydi...

Halen elimde birkaç mandal kalmıştı.

Bacaklarını iki yana ayırmasını söyledim.

Yavaş hareket edemiyordu. Ya anında ve kısa bir hareketle yerine getirecek, ya da hiç hareket etmeyecekti. Çünkü yavaş yaptığı her hamle, bir eziyet gibi geliyordu.

Ama o parmaklar o kadar hızlı oynatılır mı?...

Oynatılmamalıydı..

Oynatıldı.

Hareketin etkisiyle 4'ü birden yerinden fırladı.

Ağlamak istiyordu. Ama ağlayamıyordu sanki..

İnsan "ağzı dolu" iken ağlamayı beceremiyor belki de...

Ağlamaya konsantre olamıyor ya da..

"Deliğinin" etrafı mandallarla neredeyse tamamen çevrili, titreyen kasıkları ve terleyen kalçaları ile tahta sehpanın üzerinde boylu boyunca uzanıyordu...

Çıkan mandalların beyaz teninde bıraktığı pembe-kırmızı izleri, o eşsiz "uğultu" senfonisi eşliğinde izlemek... Harika bir duygu..

Kasıklarına taktığım mandalları mümkün olduğunca "deliğine" yakın yerleştiriyordum.

Her mandal ile daha şiddetli "uğulduyor", teslimiyetin etkisi ile acısını aralıksız sesine yansıtıyordu..


Mandalları çok kısa aralıklarla, ardı ardına takıyordum. Tahammülünün son noktasında titreyerek, uğuldayarak, kasılarak dayanmaya çalışıyor, ancak o ellerini tek bir mandala dahi yaklaştırmıyordu..

O ellerin kendi elleri olmadığını, ellerinin de tüm bedeni gibi bana ait olduğunu ve benim o ellerin kıpırdamasını istemediğimi çok iyi biliyordu...

"Son mandal."

Bunu sesli söyledim...

Duymasını, bilmesini istiyordum.

Çünkü, asla alelade bir "son" ile bitirmeyeceğimi biliyordu ve ben tedirginliğini bir kat daha artırmaktan haz alıyordum.

Diz kapaklarından yukarı doğru, mandalı teninde gezdirerek kasıklarına çıktım...

Mandal ile kasıklarında daireler çiziyordum.

Eksik kalan yeri çok iyi biliyordu. Ancak öyle uğulduyordu ki, bu acı uğuldaması değildi.

Yalvarıyordu...

Yapmamam için çıldırıyordu...

Ama yapacağımı biliyor ve bu çıldırışı aslında adrenalini artırmak, tahammülünü yükseltmek için yapıyordu..

Nafile olduğunun en az benim kadar farkındaydı...

Klitorisine taktığım son mandall ile, tshirtteki ıslaklığın belirmesi aynı anda oldu.

Tshirtünün üzerinde iki yuvarlak ıslaklık vardı...

Katlayarak gözlerine kapadığım tshirtü göz yaşları ile kat kat ıslanmış, dışarıdan belirecek bir hale gelmişti...

Ellerimi çektim.

Arkama yaslandım ve izledim...

Artık elleri yoktu.. El parmakları kıpırdamıyordu bile...

Ellerini unutmuş, bedenini unutmuş, acı ile kıvranan ruhuna söz geçirmeye çalışıyordu...

Bir müddet daha izledikten sonra, önce dilindeki mandalı çıkardım.

Yutkundu.

Senfoninin tınısı değişti. Artık farklı bir notadan devam ediyordu.. Kendimi "müziğe" biraz daha kaptırdım.

Sıra ile önce ayaklarından, sonra göğüslerinden, göbeğinden, dudaklarından ve kasıklarından çıkarmaya başladım mandalları...

Bir şarkının son nakaratını dinler gibiydi..

Her mandalda tınısı biraz daha azalıyordu..

Biraz daha...

Ve biraz daha...

Son mandalı klitorisinden çıkardım.

Hareketsizdi...

Gözündeki tshirtü kaldırdım.

Gözleri halen tavana sabitti..

Sessiz..

Tepkisiz..

Öylece yatıyordu...

Herhangi bir komut vermedim. Birkaç dakika, öylece uzanmasına izin verdim.

Hiç kıpırdamadan, başını ya da vücudunu hiç kıpırdatmadan birkaç dakika tavana bakmaya devam etti.

Ardından ağzından tek bir cümle döküldü;

"IKEA'da çok güzel çamaşır askıları var."

Gülümsedim...


6 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *