26 Nisan 2012 Perşembe

SenSiz...



Merhaba ile başlayan dialog, saatler boyu sürebilir.

Yeni tanışıklığın verdiği mesafe ile dudaklardan ya da parmaklardan dökülen "siz", iletişim ilerledikçe samimileşebilir/yoğunlaşabilir.

Kendine yakın görülen her tepkide, her  alışkanlıkta ya da "onay"da yakınlık bir kademe daha artabilir.

İtaate bakış, mazoşizmin/sadizmin mantığı, varlığının sebebi ya da gayesi tartışıldıkça ortak noktalar katlanarak çoğalabilir.

Hükmeden "mütevazileştikçe", itaat eden "açılabilir".

İlerleyen dialog, aradaki resmiyeti tamamiyle ortadan kaldırıp samimi, "sen"li bir hale sokabilir.

. . . .


Fakat öyle bir "an" gelir ki..

24 Nisan 2012 Salı

Masumiyet Müzesi (+18)



Masumiyet diyorduk ya hani..

"Ne kadar masum, o kadar acımasız" demiştik..

Biraz "görsel" anlatmak istedim bu sefer. Belki fazlaca "pornografik" ya da "argo/kaba" bulanlar olabilir. Bu nedenledir ki, konu başlığına +18 ifadesini koyma gereği hissettim.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Ne biçim mandal bunlar!...



Ev işlerinden pek anlamazdı...

Çorbası tatsız olur, keki yakar, makarnayı dahi hamur gibi yapardı...

Ütüleri hep iki kat olur, çamaşırları doğru dürüst yıkamayı beceremezdi.

Sanırım fazlaca el üstünde, ya da fazlaca güvensiz büyütüldüğünden, hiçbir ev işine karıştırılmamıştı.

Birşeyler yapmak için uğraşmasını izlemeyi seviyordum. O telaşını, yüzündeki endişeyi, beceremediği anlarda kendine kızışını ya da yürümeyi yeni öğrenen çocuk gibi "paytak" hareketlerle birşeyleri yapmaya çalışmasını...
Hakkını vermeliyim, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Gün geçtikçe düzeliyor, tecrübe kazanıyor, pişen çorbaya sonradan su eklenmeyeceğini, makarnanın soğuk suya değil kaynayan suya atılacağını öğreniyordu. :)

Tüm bu "hataları" büyük bir "başarı" ile sıralarken, tahammül katsayımı artıran tek etken de bu azmiydi zaten.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ne Kadar Masum, O kadar Acımasız!...



Çok güzel olmamalı...

Çok çekici olmamalı...

Çok bakımlı, çok alımlı, çok ihtişamlı da olmamalı...

Ne bir "seksapelite"si, ne de "şeytan tüyü"...

Sadece MASUM olmalı.

Masum...

5 Nisan 2012 Perşembe

Oyunun Kuralları




"BDSM, bir yaşam tarzıdır."

"BDSM, iç dünyamızın dışar vurmuş hali, aslında olmak istediğimiz gerçek -Ben-dir."

"BDSM, bastırmaya çalıştığımız en ilkel ve en temel ilişki şeklidir".

Falan, filan, ıvır, zıvır....

BDSM ne olursa olsun, hissettiğiniz duygunun yoğunluğu ya da geçmişi ne kadar derin olursa olsun, bunun bir "oyun" olduğunu aklınızdan asla çıkarmamalısınız.
 
Mızıkçılık yok.

Bir oyuna başlıyorsanız ya sonuna kadar oynayacak, ya da en baştan cayacaksınız...

Bir oyuna başlıyorsanız, oyun başlamadan "rolünüzü" bileceksiniz...

Bir oyuna başlıyorsanız,  rolünüzün hakkını vereceksiniz...

Ve eğer bir oyuna başlıyorsanız, başladığınızın oyun olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız.


Bir oyuna başlıyorsanız, oyun başlamadan "rolünüzü" bileceksiniz...

Bu cümlemin ardından, "Ne yani, evcilik mi oynuyoruz?" şeklinde yorumlarda bulunabilirsiniz. Fakat kastettiğim tam olarak bu değil.

Oyun derken, yaşam denen "şey"den tamamiyle bağımsız bir "kurgu" gelmemeli akıllara. Zira, BDSM temelli yaşadıklarınızı bir "oyun" olarak tanımlarken, aslında -oyun içinde oyun-dan bahsediyorum.

Hayat denilen "oyun"un içinde oynadığınız başka bir sahneden...

İşinize gittiğinizde oynadığınız doktorculuk, öğretmencilik, öğrencilik, vs. rollerden,

Aile ziyaretlerinizde takındığınız "evlat" rolünden,

Sevgilinizin yanında takındığınız "eş" karakterinden,

En sevdiğiniz arkadaşınızın yanında takındığınız "kanka" modundan,

Çocuklarınızla geçirdiğiniz her an kendinize biçtiğiniz "Baba - Anne" idolünden,

Efendi'nizin yanında takındığınız "köle" rolünden...

.....

Ailenizin yanında "kanka" nızın yanındaki gibi davranamazsınız, ya da patronunuz ile, çocuğunuz ile konuştuğunuz gibi konuşamazsınız.

Fakat,  "Özgür değilim. Babamla, sevgilimle konuştuğum gibi konuşamıyor, patronumun ensesine kankamınki gibi şaplak atamıyorum." diye de yakınmazsınız.

Her bir "an" için takındığınız rol diğerinden farklı olmasına rağmen, hiçbiri "sahte" değil.

Hepsi gerçekten sizi yansıtıyor. Hepsi gerçekten sizin tepkileriniz ve hepsinin sınırlarını siz çizdiniz.

Ancak hepsi, yerinde ve zamanında sizi yansıtıyor.


BDSM için de durum hiç farklı değil.

Yaşadıklarınızı yaşadığınız "an" da bırakmayı bilmelisiniz.

Dominant iseniz, "an" da domine etmeyi, itaatkar bir "köpek" iseniz, "an" da köpekliğinizin hakkını vermeyi, "tadını" çıkarmayı bileceksiniz.

Dominant tavırlarınızı sosyal yaşamınıza -oyunun diğer sahnelerine-  "sızdırmaya" kalkarsanız, ya da "an" dışında kendinize bir köpek gibi davranılmasını beklerseniz, işte bu tutarsızlık olur.

Rolünüz ne olursa olsun, en doğal halinizle, en içten tavırlarınızla, fakat en "olması gereken yerde, en olması gerektiği şekilde" oynayacaksınız.


Bir oyuna başlıyorsanız,  rolünüzün hakkını vereceksiniz...

BDSM temelli ilişkilerin dayandığı "sorun"ların odaklandığı en ciddi konulardan biri de bu "rol" karmaşası.


"Rol" kelimesi ile anlaşılacak olan sahte davranış tipleri ya da reaksiyonlar değil, aksine kişinin karakterine en uygun hareket tarzı.

Hiçbir ilişkide başlangıcından sonuna kadar olan süreci yaşamadan kestirmek ve şekillendirmek mümkün olamasa da, sürecin en başında kişinin kendine bir "rol" biçmesi ve ilişki müddetince rolünün gereği olan tutarlı tepkileri vermesi, en makul davranış biçimi.

Kavramların, sınırların belirlenmediği, tamamiyle "doğaçlama" gelişen ilişkiler, ilişkinin taraflarına bir sorumluluk ya da "karakter" yüklemediği için zamanla ciddi sorunlara yol açmakta.

Kişiler ilişki içindeki rollerini ya da sorumluluklarını unuttukları anda, sosyal yaşamlarının kendilerine yüklediği tüm pozitif ve negatif girdileri "ilişkilerine" yansıtmakta ve bunun doğal sonucu olarak, karşılıklı anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar, hatta "güvensizlikler" yaşanmakta.

--Hatta--
İtaatkar karakterin, içinde bulunduğu ilişkideki "rol" ve "sorumluluk"larının farkına varmadan takınacağı tavırlar, hem kendisine hem de bir "ilişki" içinde olduğu Dominant karaktere büyük zararlar verebilir.

Evet bir "itaatkar", bir "dominant"a zarar verebilir. Üstelik verebileceği zarar, Dom-Sub ilişkisinin çok dışında, tamamliyle sosyal hayata yönelik, daha ciddi etkiler de doğurabilir.

"An" dan koparak tepkiler vermesi, ya da "an" içinde yaşadıklarını, sosyal yaşantısındaki başka bir "rolü" ile bağdaştırarak tepkiler vermesi, ciddi problemleri beraberinde getirebilir.

Yaşadığı kontrolsüzlük neticesinde, sosyal hayatta ilişkisini deşifre edecek adımlar atabilir,

Dominant karakterin "yaşam alanı"na tacize yeltenecek derecede kendini "özgür" hissedebilir ve bunun sonucu olarak, karşısındakini zor durumda bırakabilir.

gibi...


Bu nedenle, takındığı rolün sınırlarını en başından çizen,

"Ben neyim?"

"Ne değilim?"

"Ne olmalıyım?"

"Ne olmamalıyım?"

"Ne istiyorum?"

"Ne istemiyorum?"

"Bu ilişkiye neler verebilirim?"

"Nelerden asla feragat edemem?"

sorularını kendine daha ilk anda soran kişiler -sosyal ya da D/s temelli- ilişkilerinde  başarılı olabilir.


Ve eğer bir oyuna başlıyorsanız, başladığınızın oyun olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız.

"Oyun"un "Gerçek" ile karışması...

En profesyonel oyuncu, rolünü sahnede bırakandır.

Gündelik yaşamında bir "hamlet" olmayan, markette sıra beklerken kendini "muhteşem sülüman(!)" zannetmeyen, İstiklal'de yürürken kendini "Arka Sokaklar"da sanıp kimlik kontrolü yapmaya kalkmayandır.

"Magandalık" ile dominasyonu birbirinden ayıran temel belirleyicinin de bu olduğunu söyleyebilirim.

İtaat etme eğilimi gösteren ya da kendini "submissive" olarak tanımlayan her bireye karşı üstünlük kurma "hakkını" kendinde gören, karşısındaki "edilgen" eğilimlere sahip diye, bunu bir zaaf olarak görerek istediği şekilde manipule eden, kendisi ile hiçbir ilişkisi, hatta tanışıklığı olmayan kişilere dahi, kendini "Master" diye nitelendirmesi neticesinde hakaret etmeyi, küçük düşürmeyi, rencide etmeyi hak sayan kişiler "rolünü" sahnede bırakmayı bilmeyen, beceremeyen, işine gelmeyen ya da rolüne "ihanet" eden tiplemeler.

"Kontrolsüz güç, güç değildir" klişesi bu durumu çok güzel açıklıyor aslında.

Sahip olduğu "domine etme güdüsünü/yetisini" belli etik sınırlar dahilinde kullanmayı becerememek, oynadığı şeyin sadece bir "oyun" olduğunu unutmanın/görmezden gelmenin bir sonucu şeklinde zuhur ediyor.

"İtaatkar" için de benzeri örnekler çeşitlenebilir elbette..

"Rol" ne olursa olsun, bunun bir oyun olduğunu akıldan çıkarmamak ve "oyunu oyun gibi oynamak" işin esası..

Kimse bahane üretmesin. Hepimiz ömrümüzün ilk yıllarını bu konuda "uzman" olmak üzere "çalışmakla" geçirdik. Oyun oyamayı gayet iyi biliyoruz. Öyleyse;

Demek ki neymiş?

Mızıkçılık yapmak yok!...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *