27 Şubat 2012 Pazartesi

"İnsanın Evi Gibisi Yok..."




Taksim'in kalabalığı akıyordu etrafından.

Puslu, ıslak, gri, soğuk bir İstanbul sabahı..

Soğuk şiddetli ve keskin. Deri eldivenlerimi giyme gereği duyacak kadar şiddetli.

Tam söylediğim saatte, tam söylediğim noktada, tam söylediğim kıyafeti ile beklediğini görüyorum.

Bütün acelesi ile, sanki dünyanın son gününü yaşıyormuşcasına etrafından akan kalabalığa rağmen, hereketsizce ayakta bekliyor.

Kıpırdamıyor, ne ellerini, ne bacaklarını, ne yüzünü, ne burnunu ovuşturuyor. Titrediğini, üşüdüğünü, hatta soğuğun iliklerine kadar işlediğini, istemsizce kasılan yüz kaslarından anlamak çok zor değil.

Sadece göz bebekleri bir an durmaksızın hareket ediyor. Etrafını tarıyor...

Pazarda kaybettiği ailesini arayan küçük bir çocuğun çaresiz, sessiz, korkak bakışları ile tarıyor etrafını.

"Birini" arıyor...

Caddenin karşısındayım. Işıkların yeşile dönmesiyle yanına doğru yaklaşıyorum. Beni görmesi ile derin bir nefesi içine çekmesi aynı saniyede oluyor. Bir an olsun durmaksızın etrafını tarayan gözleri artık kenetlenmişcesine benden ayrılmıyor. 

Eller soğuktan yumruk. Bacakları birbirine sarılırcasına yapışık, gayret bulmaya çalışıyor.

Yanına yaklaşıyorum. Şapkamın altından gözlerine bakıyorum. Gözlerini bir an olsun benden ayırmıyor.

Yanına yaklaşıyorum...

Nefes alış verişleri hızlanıyor..

Kalabalığın içinde, sanki iki kişilik bir koridordaymışcasına yakın geçiyorum yanından.

Geçerken kokumu içine çekiyor.

Aldığı son nefesmişcesine derin bir nefes alıyor..

Gözlerini kapatıyor. Aldığı nefesi sonsuza kadar bırakmak istemiyormuşcasına tutuyor içinde.

Yürümeye devam ediyorum.

Uzaklaşıyorum yanından. Hareketsizce orada beklemeye devam ediyor.

Ben İstiklale doğru yürürken, dudaklarının burkulduğunu görebiliyorum.

Gelmek istiyor. Bir an oslun yanımdan ayrılmamak, bir adım ötemde, bir nefes yakınımda, bir ömür yanımda olmak istiyor.

Fakat ben uzaklaşıyorum ve o gelemiyor.

Az önce ısınan nefesini o keskin soğuk yeniden bölüyor.

Soğuk ve yalnızlık, soğuk ve çaresizlik kemiklerine hücum ediyor.

Yeniden titriyor..

Caddenin tam karşısında "bir cafenin" en üst katına çıkıyorum.

Cam kenarında bir masaya yerleşiyorum.

Beni görmesinin mümkün olmadığının farkındayım. Ancak tam olarak bana doğru bakıyor.

Bir saniye olsun başını çevirmeden, bir an olsun kıpırdamadan "bana doğru" bakıyor.

Belki beni görebileceği umuduyla, belki göremese de varlığıma dair elindeki tek "gerçek"liğin verdiği "direnç" ile olduğum yöne dönüyor çehresini.

Sıcak bir içecek istiyorum. Dudaklarıma götürdüğüm her yudumda, onun ruhundan çekip aldığım sıcağı hissediyorum.

O üşüdükçe, ben ısınıyorum...

Yağmur çiseliyor.. Rüzgar gittikçe hızını artırıyor...

Dalga dalga saçının her teline konan yağmur damlaları, "güzel peri kızı"nı ıslak bir sokak köpeğine çeviriyor.

-Tam yapmasını söylediğim gibi- yaptığı abartılı makyajı yanaklarından süzülürken, elini yüzüne götürme girişiminde dahi  bulunmuyor.

Islak ve hareketsiz hali, etrafından geçenlerin ilgisini daha fazla çekmeye başlıyor.

Durup birşeyler söyleyen orta yaşlı bir kadın görüyorum.

Kadının yüzüne dahi bakmıyor.

"Beni yalnız bırak" dercesine sert hareketlerle başını sallıyor.

Fakat halen boynu bana dönük, başı yukarıda, hiçbir şeyi, hiçkimseyi umursamadan "bana" bakıyor...

Pardesüsünün altından eteğine çarpan rüzgarla titriyor.

Kıpkırmızı burnunu bir tavşan gibi çekmeye çalışırken, bir prensesin, bir külkedisine dönüşmesini izliyorum her saniye.

Bir yudum daha alıyorum. Acele etmeden, keyifle içiyorum...

Masanın üzerindeki telefonuma uzanıyorum.

Tek bir çağrı bırakıyorum. Duyduğu melodi ile, koşullanmışcasına ilerlemeye başlıyor.

O ses ile, "tıpkı eğitildiği gibi" tereddütsüzce, kenetlendiği yöne ilerliyor.

Öylesine ıslak, öylesine üşüyor ki, kolları iki yana açık, vücuduna değdirmeden yürümeye çalışıyor.

Bir müddet sonra gözden kayboluyor, cafeye giriyor. Bulunduğum kata geliyor. Beni görüyor.

Gördüğü an başını öne eğiyor. Tıpkı ona söylediğim gibi, yüzüme bakmadan, başı öne eğik yaklaşıyor.

Masanın yanına geldiğinde bana değmesine müsaade etmeden, özenle çıkarıyor pardesüsünü.

Evet, şimdi tam bir külkedisine benziyor...

Pardesünün altında bir prenses, yanaklarının üzerinden akan sahte güzellik.. ve tam karşımda duran gerçek,  saf güzellik..




Ayakta bekliyor. Başı önünde...

Masaya doğru bir garson yaklaşırken  "Otur" diyorum.

Oturuyor...

Garson elinde kağıt peçeteler ile geliyor.

"Yardım etmemi ister misiniz, çok ıslanmışsınız." diyor.

Garsonun, benim, hiçkimsenin yüzüne bakmadan, tıpkı yaşlı kadına verdiği tepki gibi tek kelime etmeden keskin bir tepki ile başını iki yana sallıyor.

Garson şaşkınlık ile peçeteleri masanın üzerine bırakıyor ve "Ne arzu edersiniz?" diye soruyor.

"Hanımefendiye sıcak bir çay." diyorum. Garson gidiyor.

Birkaç dakika sonra çay geliyor. Garson "Afiyet olsun" diyerek uzaklaşıyor.

Kolları, bacakları, yüzü, hatta artık dayanamayan çenesi tir tir titriyor.

Masanın üzerinde duran çaya bakmıyor. Başı önde, titremeye devam ediyor.

"Bir yudum içebilirsin." diyorum. 

İki eli ile uzanıyor çaya. İki eli ile kavrıyor. Bardağı kaldırmadan, birkaç saniye kavramaya devam ediyor. Kenetli avuçları ile, çayın tüm sıcağını bedenine karıştırmak istercesine sıkıca tutuyor bardağı, yavaşca, asla bitmemesini istercesine dudaklarına götürüyor ve bir yudum alıyor.

Bardağı usulca yerine koyuyor ve yere bakmaya devam ediyor.

Gülümsüyorum. Hoşnutluğumu hissedebiliyor. Yüzüme bakmıyor, fakat yanaklarının gerildiğini görebiliyorum. 

O da gülümsüyor. Titremeleri azalıyor. Bir yağmur damlası, burnundan ayak ucuna düşüyor...

"Koltuğunu yanıma çek." diyorum. Utangaç bir şekilde yaklaşıyor...

Elimi saçlarına götürüyorum. Islak, birbirine karışmış saçlarında gezdiriyorum elimi. Parmaklarım ile tarayıp düzeltiyorum...

Başını usulca kendime çekip, omzuma yaslıyorum. Gözlerini kapıyor...

Diğer elim ile ellerini kavrıyorum. Tutuyorum, kenetliyorum. Derin bir nefes çekiyor içine. Yanından geçtiğim "an"dan beri hiç nefes almamışcasına, ikinci nefesini çekiyor içine.

Yorgun, bırakıyor başını omzuma...

Masadaki peçeteleri alıyorum. Yüzünü, yanaklarını, alnını, boynunu, gözlerini siliyorum.

Gülümsüyor...

Kuruyan gözlerinden, kuru yanaklarına dolu dolu birer damla yaş süzülüyor, fakat yüzündeki tebessüm kaybolmuyor.

Dudaklarından tek bir cümle dökülüyor ve elimi sıkıca, asla bırakmamacasına tutuyor;

"İnsanın Evi Gibisi Yok..."

3 yorum:

  1. uzun zaman once okumustum neden yorum yapmamisim bilmiyorum ancak ilk okudugumda "insafsiz" demistim icimden:)

    "insanin evi gibisi yok" cok ayricalikli.

    YanıtlaSil
  2. Herkese nasip olmayacak bir "ev".

    YanıtlaSil
  3. ..

    iki nokta ne demek bilirsin..

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *